Yekta KOPAN karakterini televizyonda program yaparken dahi öykücü kimliğiyle tanıyordum. Kendisi de söyleşiler yaptığı 2015 Altın Koza Film Festivali’nde tanıştığımda asıl işinin yazarlık olduğunu, böyle anılmak istediğini söylemişti. Ayak üstü sohbet etmiş o güne kadar okuduğum öykü kitaplarını imzalatmıştım.
Bu sitede yayımlanmadı ama daha önce Yekta KOPAN hakkında birkaç öykü incelemesi ve birkaç Youtube içeriği de üretmiştim. Öyküleri somut ve sinematik bir dille yazılmış etkileyici öykülerdi. Deneysel anlatıcı denemelerinden tutun da kitabına uygun yazılmış öykülere kadar tertemiz bir dili vardı. Gün geçtikçe öykülerinin başarısı ve alınan lezzet arttı. 2002’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, sonra “Bir de Baktım Yoksun”la Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı. Daha önce defalarca dedim yineleyeyim. Sait Faik Öykü Ödülü’nü almış insan gümbür gümbür geliyordur sevgili okur. Bu hiç sekmez. (Söz gelimi Sine ERGÜN’e de bir bakmanızı öneririm 0 da 2013’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı ve o da yeni bir soluk getiriyor. Burada anlatmıştık kendisini.)
Gittikçe derinleşen çok katmanlı anlatılar kurma yeteneği sonunda Yekta KOPAN’a Sıradan Bir Gün romanını yazdırdı. Öykü ve roman birbirine benzeyen anlatı türleri gibi dursalar da aslında öyle değil. İkisinde de çalışan kurallar var ama apayrı alanlar. Bu sebeple Sıradan Bir Gün de yer yer roman yazmaya alışık olmayan bir öykücünün dil kullanımlarına sahip. Bazı yerlerde uzayan sahneler ve zor giriş yapıldığını hissettiğimiz bölümler var. Bir de söz gelimi yazarın hangi sorun üzerine gideceğini tam belirleyemediğini seziyoruz. Uğur MUMCU olayı üzerine eğileceğini düşünürken birden daha kişisel bir yerde konumlanıp başka bir sorunu anlatmaya başlıyor kitap. Ancak gene de bütün bunlar Sıradan Bir Gün’ün başarılı sayılabilecek bir eser olduğunu söylememize engel değil.
Sıradan Bir Gün, ilkeleriyle çelişmesine rağmen kişisel gelişim kitapları yazan bir gölge yazarın yaşamının kırılma anını anlatıyor. Adından da sezildiği üzere bu kırılım, tamamen sıradan bir günde gerçekleşiyor. Ne kadar sıradan olduğu pekâlâ tartışılabilecek bir günde.
ROMANIN İYİ YÖNLERİ
Romanın iyi taraflarından biri yazarın entelektüel altyapısının gücünü ayrımsattıracak birçok paragrafla dolu olması: “Ne bulsam okuyordum. Ama bir gün “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okudum, o günden sonra da aynı adam olarak kalamadım. Eğri miyim doğru muyum bilemem, ama her neysem sorumlusu Nâzım’dır.” gibi metinler arası gönderimlerle dolu paragraflar var. Türk edebiyatında ne yazık ki anlatı içinde eser yazar ismi çok verilmiyor bu açıdan Yekta KOPAN’ın yaptığı olumlu. Kierkegaard’la, Platon’la dolu bir roman bu.
Ancak eserin yer yer klişe anlatımlardan ve gereksiz romantiklikten kaçamadığını görüyoruz maalesef. Söz gelimi aşağıdaki pasajda:
“Vay arkadaş,” dedi Adnan, “milletin çocuğu babasını süper kahraman olarak çizer, bir de bizimkinin hayal gücüne bak. Baba dediğin oburun teki.” Güldüm, “Sen benim tanıdığım en iyi babasın,” diyemedim. Başka baba tanımamıştım ki…” – Sayfa 62
“Başka baba tanımamıştım ki” kısmı arabesk bir anlatı metninde yer alabilir. Gereksiz. Okur zaten kahramanımızın başka baba tanımadığını biliyor. Bu kullanımlara gerek yok. Ya da aşağıdaki klişenin bir Yekta KOPAN romanında olmaması gerektiğini düşünüyorum:
Hepsi geçip gittiler. Biri bile mevsime başkaldıran ağaçtaki iki dal erguvan çiçeğine bakmadı. – Sayfa 87.
“Kimsenin koşturmaktan etrafa bakmaya incelemeye fırsatı yok ki” düşüncesi edebiyatımıza Sabahattin Ali’nin Kırlangıçlar öyküsüyle soktuğu ona ait olan bir keşif ancak artık başka bir yazarın bunu kaynak vermeden kullanması gereksiz bir klişe kullanmak gibi geliyor bana.
Bir de kahramanımız Armağan’ın yolda yürürken etraftan duyduğu dönem dertleri var:
“Biz Kanada’da yapamayız,” demişti adam, “sonuçta yaşlı anne-baba var. Allah geçinden verisin, bir şey olduğunda hemen gelebilmek lazım. Berlin falan diyorduk ama İngiltere’ye yükseldik bu aralar. Antlaşma falan da var ya. Rahat ederiz diye düşünüyoruz. Sonuçta yaşlı anne-baba var derken sesinden kızgınlık akmıştı. O an anne-baba, bu adamı neden dünyaya getirmişlerdi ki?” – Sayfa 75
OLUMSUZ YÖNLERİ
Bunların olması anlatıya lezzet katıyor diyebilir miyiz emin değilim. Bu gibi belirlemelerin anlatı metnine hizmet ettiği bir nokta var mıdır? Doğru bir belirleme olmasına rağmen anlatı metnine sonradan eklenmiş gibi geldi bana. Ya da Yekta KOPAN’ın ergen oğluna kızan bir anne gibi:
“Her şeyi unutmak, Upsala’nın nerede olduğunu düşünmemek, kafalarını cep telefonlarından kaldırmadan yürüyen insanları görmemek için bir kitabın sayfalarına gömülmek iyi gelirdi. Çaresiz gelip geçenleri izlemeye başladım.” – Sayfa 87.
Tümceleri doğru ama klişe ve gereksiz belirlemeler bana göre. Yekta KOPAN muazzam bir öykücü. Romandaki bu gereksiz romantik detayları ve klişeyle kurulu kurguyu biraz törpülerse muazzam bir romancı da olabilir. Anlattıklarımı destekleyecek daha çok örnek var aklımda. Söz gelimi evet edebiyat etkileyicidir bu sayede güzel bir öğretmen olabilir ancak iletilerini daha örtük verdiği müddetçe. Kadın cinayetleri ve şiddetle ilgili şu biçimde bir bölüm var:
“Namus işi bence abi. Kız evden mi kaçı, biriyle mi kırıştırdı, ne yaptıysa artık?”
Adamlar konuşurken karşımdaki kız elindeki çay bardağını kıracak gibi sıkıyordu. Birkaç kere kaşlarını kaldırdı, gözlerini kapatıp ruhunun derinlerindeki fırtınayı dinledi. “Şeytan diyor, git şu heriflerin tek tek yüzüne tükür. Hâla kız ne yaptıysa diyorlar utanmadan. Tetiği çekenden hiçbir farkı yok bunların.” – 102
Yekta KOPAN’ın yapmaya çalıştığı şey çok önemli ama bunu ana haber bülteni tadında tetiği çekenden farkı yok gibi bir edebiyatla yapmak iletiyi bu kadar açık vermek ne kadar doğru bilemiyorum.
Yekta KOPAN, Sıradan Bir Gün’ü bir kent masalı olarak kurgulamış, bu kurguyu tesadüflerle örmüş. Bu tesadüflerin masal kurgusuyla bağdaştırılabileceğini tasavvur ederek yazmış ama kimi yerde yalnızca tesadüflerle örülü bir roman halini alma tehlikesine giriyor. En sonunda Deus Ex Machina’ya benzer herşeyin detayıyla anlatıldığı dizi finali gibi bir final de ona yakışmıyor bence.
Özetle Sıradan Bir Gün ilk elli sayfasını okuyunca beni heyecanlandıran az daha Saul Bellow’un Boşlukta Sallanan Adam’ı gibi bir kült olmak üzereyken kendi dertlerini küçümseyen, anlattıklarını yer ye abartıyor muyum acaba diye soran bir kahraman ve aşırı romantik kullanımlar yüzünden kült olmak yerine “İyi bir eser” olarak anabileceğimiz bir roman olmuş.
KİTABIN EDİTÖRÜNE NOT:
Sayfa 157’de
“O an, siyah montlu adamın kendisine doğru koştuğu an ne demişti acaba? Elini yüzüne doğru kaldırırken ne düşünmüştü? Adamın kendisine, belki de daha önce defalarca yaptığı gibi tokat atacağını mı düşünmüştü?”
Biçiminde anlatılan olayla, olayın meydana geldiği sayfa 93 ve 94’teki anlatım tam uyuşmuyor.
“Sonra birden çalıların arasından bir adam fırladı. Kısa boylu, sakallı, siyah montlu bir adam. Koşar adımlarla Defne’ye doğru ilerliyordu. İki-üç adım atmıştı ki Defne bir elini kaldırdı ve keskin bir çığlık attı. Ne olduğunu anlayamadan iki adım daha attı adam. Siyah montunun cebinden bir şey çıkardığını gördüm. Genç kadına doğrulttuğu anda anladım elindekinin bir silah olduğunu. Ağzımı açtım, bağırmaya çalıştım, yapamadım.”
157’de katilin kıza el kaldırdığı gibi gir anlatım var ancak gördüğümüz katilin yalnızca elini cebine götürüp silahına davrandığı.
SON NOT:
Kitabı beğenmedim değil sevgili okur. Büyük harflerle yazılmış, filmlerde ekran kararıp yeni bir bölüme geçerken kullanıldığı gibi kullanılan kişisel gelişim kitabına ait bölümler o kadar ironik ve o kadar güzel bir keşif ki. Yekta KOPAN’ın anlatım dili gerçekten muazzam. Ama kendisi Türk Edebiyatının kültlerini yaratacak başarıma sahipken artık heyecandan mıdır aceleden midir nedir kült olabilecek anlatıları böyle yazınca yalnızca iyi bir anlatı kategorisinde yer alması beni üzüyor.