Kazancakis’in Zorba kitabını inceleyeceğiz bugün ama önce temel kavramları açalım. Dil, insanoğlunun yaratılışında olmayan bir özellik. Bu sitede daha önce bunu çok yazdım ama metnin bütünlüğünü bozmamak adına tekrarlayacağım. İnsan, FoxP2 geninin geçirdiği evrim sayesinde sesleri boğumlamayı başardı ve yutağındaki bir kapakçığı iradesiyle kontrol etmeyi öğrendi. Yani insan düşünerek dili buldu. Dili tek başına kendi keşfetti. Ancak bir süre sonra bu süreç birbirine içkin bir hale geldi ve insan dil olmadan düşünemez oldu. 19. yüzyıl’da Wilhelm Von Humboldt’un temellerini attığı teoriye göre düşünce süreçlerimizi kavramlar, sözcükler yürütmeye başladı.
Dolayısıyla ne kadar geniş bir kavram hazinemiz/söz varlığımız varsa o kadar gelişmiş bir düşünme becerisine sahip olduk. Bu noktada kitap okumanın ve hatta anadilde okumanın önemi ortaya çıktı. Çünkü söz gelimi bir Türk, İngilizce bir sözcük olan “word”ü öğrendiği zaman kavram hazinesine yalnızca bir kavram ekleniyordu. Ya da Arapça “kelime”yi öğrenmek anadili Türkçe olan okura gene yalnızca bir kavram ekliyordu. Fakat ana dilinin yaratım olasılıklarıyla türemiş “sözcük” ile karşılaşan okurun belleğine “söz, sözcük, sözel, sözlük, sözcü, sözcülük, sözlükçülük, sözcülük…” gibi onlarca kavram ekleniyordu. Bunu ilk keşfeden topluluklar gelişti diline sahip çıktı ve sözün etkileyiciliğini keşfetti.
Söz hareket ettirirdi, ağızdan çıkan bir mermi gibiydi. “kapıyı aç” denildiği zaman karşımızdaki kapıyı açardı. Hatta “pencereyi kapa” demeden “üşüdüm” denildiği zaman bile karşı tarafı harekete geçirirdi. Hayatımızı değiştiren bütün haberleri hep sözle alırdık. Tam da bu sebeple sözün etkileyici gücünden yararlanmak adına edebi metinler öğretim programlarına alındı. Halkları ikna etmek için siyasi söylemler tasarlandı. Çünkü dil, somut gerçekliğimizi de değiştirebilme becerisine sahipti.
AŞİL PARADOKSU
Bugün çoktan çözülmüş olan Aşil paradoksunu ele alalım. Aşil bilindiği üzere bir Yunan tanrısı ve birçok üstün özelliği var. Hızlı koşuyor olması da bunlardan iri. Bir de kaplumbağa var. Kaplumbağa da bilindiği üzere yavaş bir canlı. Soru şu: “Kaplumbağa, Aşil’in 100 metre önünde başlamak koşuluyla Kaplumbağa ile Aşil sonsuza kadar yarışacak olsalar bu yarışı kim kazanırdı?” Modern matematik ve somut dünya gerçekliği Aşil’in kaplumbağayı eninde sonunda geçeceğini hatta tozu dumana katacağını söylüyor. Ancak bakın dil bu durumu algılayışımızı nasıl değiştiriyor.
Dil ile ifadenin yorumunu değiştirecek olursak şöyle bir durum oluşuyor: Aşil ne zaman kaplumbağanın olduğu yere gelse kaplumbağa biraz da olsa Aşil’den bir adım önde olacak, Aşil gene kaplumbağanın bir önceki yerine geldiğine kaplumbağa gene bir gıdım da olsa önde olacak ve bu hesaba göre Aşil kaplumbağayı asla geçemeyecek.
Dil, dünyaya bakışımızı, baştan aşağı değiştirme yeteneğine sahip. İddiamızı daha da ileriye götürelim. Üniversitede “Dil ve Kültür” adında bir dersimiz vardı. Bir teoriden bahsediliyor. Dil dünyaya bakışımızı belirliyorsa şöyle bir savda bulunuluyor. Söz gelimi dünyanın hiçbir dilinde “Ankara’da dayın var mı?” biçiminde devlet torpilini anlatan bir deyiş yok. Demek ki o ülkelerde böyle bir durum yok.
Eğer biz bu deyişi dilimizden atarsak bu durum ortadan kalkar deniliyor. İlginç bir teori. Öğretmenlerin çocuklara kibar olun diye öğütlemesinin sebebi de bu kanımca çünkü küfür etmeyi bırakır ve kaba sözlerden kaçınırlarsa kaba durumlar da ortadan kalkacaktır.
ANLATI METİNLERİ
Bu bilgiler ışığında anlatı metinlerinin dünyada kapladığı yeri değerlendirmeye çalışacağız. İnsanların neden başlangıçtan beri hikayeler uydurduğunu kavramanın yollarını arayacak ve Kazancakis’in Zorba kitabını inceleyeceğiz.
Edebiyat, aslında İlyada ve Odysseia’dan Gılgameş’ten beri binlerce yıldır aynı şeyi mırıldanıyor. İnsanlık anlatacağı şeylerin çoğunu anlatmış: nefret, aşk, acı, mutluluk… hepsinin örneğini erken dönem metinlerde bulmak mümkün. Bizler yalnızca yeni anlatım biçimleri buluyoruz. Yeni metin türleri keşfediyor bu anlatma geleneğini söz gelimi sinema ile – o da bir hikaye anlatma biçimi sonuçta – devam ettiriyor ve anlatılanları daha büyüleyici daha ikna edici bir biçime büründürmeye çabalıyoruz.
Zorba da anlatmak için yaşayan insanoğlunun gene bu amaçla ortaya koyduğu ürünlerden biri.
ZORBA
Kazancakis, 1883’te Girit’te doğmuş. Yüzlerce yıldır isyan eden Giritliler, Kazancakis 15 yaşındayken özerkliğini kazanmışlar. Sonra ise bağımsızlık mücadeleleri… Ömrü isyanlar arasında geçmiş Kazancakis’in… Çağdaşları gibi bulunduğu dönem onu iki dünya savaşıyla karşılaşmak zorunda bırakmış. Ancak bu süre içinde Hukuk öğrenimini tamamlayıp üzerine doktorasını da yaptıktan sonra Odysseia’ya 33.333 dizelik bir devam yazmış.
Mitolojik metinlerin Yunanca’ya çeviri işini üstlenmiş, ömrü boyunca okumuş ve Nietzsche’den Bergson’a, Buda’ya kadar birçok düşünürden etkilenmiş. 1957 yılında Camus’nun “Nobel benden çok onun hakkıydı.” demesine rağmen nobeli bir oy farkla kaybetmiş. Yani biz aslında yaşamı boyunca hep savaş ve isyan görmüş, yer yer talihsizlikler yaşamış ancak okumaktan hiç vazgeçmemiş bir insanın romanıyla karşı karşıyayız.
Olağan durumlarda sanatın yalnızca estetik amaçla yapılırsa sanat olabileceğini söyleriz. Ancak sanat kimi zaman, özellikle birinci ve ikinci dünya savaşındaki gibi insanların kitleler halinde umutsuzluğa sürüklendiği dönemlerde yeni bir ekonomik sistem ya da yeni bir yaşam biçimi önermek rolünü de üstlenebilir.
Dolayısıyla Kazancakis’in altmışlı yaşlarında, ikinci dünya savaşının ortasında yazdığı Zorba da kimi zaman sezdirmeden de olsa ideolojik tartışmaların yer aldığı, soru sormaktan ziyade sorulara cevap verme özelliği taşıyan bir yaşam kılavuzu niteliğinde. Virginia Woolf’un dediği gibi “hayattan kaçarak mutlu olamayacağımızı” belirtiyor ve Rousseau’nun kendisinden iki yüz yıl önce yazdığı İtiraflarım’daki yaşama yöntemine benzer bir yöntem öneriyor ancak Zorba’nın son kısmından da anlaşılacağı üzere çıkış Nietzsche’de bulunuyor.
Nietzsche
“Onları belki kurtaramayız,” diye ekledi. “Ama kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır.” – Sayfa 17
Romanın kısa özeti şu biçimde: Aleksi Zorba, yaşama ilişkin öğrendiklerini yalnızca deneyimleyerek edinmiş bir işçidir. Patron ise hayata ilişkin öğrendiklerinin tamamını kağıtlara borçludur. Anlatı, Patronla Zorba’nın beraber geçirdikleri dönemi anlatmaktadır.
Biz bu eseri incelemek için alımlamacı estetik kuramından yararlanacağız. Roland Barthes’ın sözüyle özetlenecek olursa bu kuramın bakış açısına göre: öykülenen nesne, “bütün gerçekçi akımların ısrarla sürdürdükleri yargının aksine, tözünde değil, insanın onu baştan kurarken eklendiğindedir.” Dolayısıyla yazarın yaşamından bağımsız yalnızca metinden yola çıktığımız ve kendi kurduğumuz anlamlar üzerine bir inceleme yapacağız. Freudcular her ne kadar metnin yazıldığı dönemden bağımsız incelenemeyeceğini söyleseler de biz de kalıcı eserler bırakmış bütün dâhilerin bir yerlerde bir trajedi yaşadığını kabul etmiyoruz. Söz gelimi James Joyce’un yaşamı boyunca Dublin’den çıkmadığını ve büyük bir trajedi yaşamamasına rağmen sapasağlam eserler verdiğini biliyoruz.
Zorba, klasik romandan modern romana geçiş dönemi ürünü. Zorba’da klasik dönemin her şeyi bilen bilge yazarından sıyrılınmış ancak büyük laflar etmekten de vazgeçilmeyerek bunlar roman karakterlerine ya da kurgulanan üst anlatıcı kimliğine söyletilmiş.
KLASİK ROMANDAN ÇAĞDAŞ ROMANA GEÇİŞ
“Hayır, kadının aklında başka bir şey yoktur patron. Çok gören, çok gezen, çok şeyler yapan ve diyelim ki akıllanmış olan sen beni dinle: Akıllanmış olan kadının aklında başka bir şey yoktur; hasta diyorum sana, alıngan bir şey! Ona sevdiğini kendisini istediğini söylemezsen ağlamaya başlar. Belki istemiyor, belki de senden iğreniyordur, sana “olmaz” da diyebilir, ama bu hiçtir. Kendisini kim görürse arzulasın ister o.” – Sayfa 65
Klasik romanda kronolojik bir sıra vardır. Söz gelimi Tolstoy’un bir eserini elinize aldığınızda ana karakterin çocukluğunun, ilk gençliğinin, gençliğinin, yetişkinliğinin ve yaşlılığının sırayla anlatıldığını görürsünüz ancak modern romanda yaşamın yalnızca bir dönemi anlatılır ve karakterlerin uzun uzun yaşam öyküleri anlatılmak yerine birkaç satırlık geriye dönüşlerle anlatı derinleştirilir. Zorba’da da bu durumu örnekleyen birçok kullanım var.
“Ne zaman boğulacak gibi olsam, bana şöyle bağırır. Oyna! Ben de oynarım. Böylece bağulmam geçer. Halkidikya’da oğlum Dimitrakis öldüğü zaman da öyle kalkıp oynamıştım. Cenazesinin önünde oynadığımı gören akraba ve dostlarım beni tutmak istediler. “Zorba delirdi!” diye bağırdılar. “Zorba delirdi!” Ama ben, asıl o anda oynamasaydım delirecektim. Çünkü o benim ilk oğlumdu, üç yaşındaydı, onun kaybına dayanamıyordum işte.” – Sayfa 94.
Parçadan Zorba’nın geçmişte evli olduğunu, bir çocuğu olduğunu, onu kaybettiğini ve tutkulu bir karakter olduğunu anlıyoruz. Bu sayede uzun girizgahlara gerek kalmadan bir paragrafla derinleşiveyor karakterler. Bir de bu paragraf bana Pina Bausch’u hatırlatıyor. O da sözcüklerin ve notların insanın derdini anlatmada yetersiz kaldığı yerlerde vücudunun anlatım olanaklarını zorlayarak danslarla anlatıyordu derdini. Eserlerinde her yaştan her vücut özelliğinde dansçılar olurdu. İlla kusursuz vücutlar görmezdik.
Bizden bakacak olursak Cemil Meriç de “sözcükler üzerimize giydirilmiş deli gömlekleri” diyor. Dans, şiir, edebiyat bu deli gömleklerini sağdan soldan yırtmanın bir yolu.
ZORBA NE KADAR EDEBİ?
İyi bir romanın giriş tümcesi “Onu ilk gördüğümde…” ile başlamaz. Çünkü bu, okuru anlatıdan alıp kendi hikâyesine götürecektir. Halbuki biz okur anlatıda kalsın, isteriz. “Ona âşık olmuştum.” gibi tümcelerden de kaçınılması gerekir. Çünkü edebiyat somutlama üzerine kurulmuştur ve “Ona aşık olmuştum.” yerine “Onun göz kapaklarına biriken yaşları parmaklarımla silmek istiyordum.” gibi kullanımları tercih eder.
Bu bilgiler ışığında bakalım Zorba nasıl başlamış:
“Onu ilk kez Pire’de tanıdım. Girit’e gidecek vapura binmek üzere limana gelmiştim. Neredeyse sabah olacaktı. Yağmur yağıyordu.”
Demek ki Zorba, başlangıçta da eleştirilerini sunduğumuz üzere edebi bir girişe sahip değil ancak güçlü eylemlerle kurulmuş belirli yapısı sağlam bir anlatı olduğu izlenimini de uyandırıyor. Romanın giriş paragrafı şu biçimde devam ediyor:
“Güçlü bir siroko rüzgârı esiyor, denizin serpintileri, küçük kahveye kadar geliyordu. Camlı kapılar kapalı olduğu için hava, insan soluğu ve adaçayı kokmaktaydı. Dışarısı soğuktu; camlar, insan soluklarından buğulanmıştı. Keçi kılından kahverengi fanilalar giymiş ve burada sabahlamış birkaç denizci, kahve ve adaçayı içiyor, buğulu camlardan denize bakıyorlardı.”
TEKNİK ÇÖZÜMLEME
Yukarıdaki parçada “yapıyor gibiydi” ya da “yapayazdı” gibi belirsiz ya da yayılan eylemler yok. Tek seferde ağızdan çıkan “soğuktu”, “bakıyordu” vb. güçlü eylemler var. Diğer taraftan bu paragrafta “adaçayı, insan soluğu” gibi durumlar kullanılarak koklama duyusu, insan soluğundan buğulanmış camlar anlatılırken görme duyusu, keçi kılından söz edilirken de dokunma duyusu devindirilmiş. Metinde ne kadar çok duyu deviniyorsa o kadar somut bir dille karşı karşıyayızdır. Bu metin parçasında devinen duyular romanın atmosferini kurmaya yarıyor ve yer yer görülen kip değişiklikleri de anlatıma lezzet katıyor.
Okumak, her ne kadar yazara peşinen güvenilen bir süreç olsa da okur, yazarın anlattığı coğrafyayı bildiğinden emin olmak, bilge yazar klasik dönemde kalsa da yazarın entelektüel bilgisinden haberdar olmak ister. Bu yüzden romanlarda bilinçli ya da bilinçsiz olarak güveni tesis etmek için listeleme gibi yöntemler kullanılır. Zorba’da da:
“Yok canım! Bir kurşun atımı ötede. Nah, şu bahçelerin arkasında, derede. İyi köydür patron. Tanrı’nın bereketine sahiptir. Keçiboynuzları, hardal otları, zeytinyağı, şarap. Şu öteki kumsalda da Girit’in en körpe hıyarları, domatesleri, patlıcanları, karpuzları yetişir. Arabistan’dan gelen rüzgâr onları büyütür; geceleyin bostanda yatsan “Krr, krr, krr!” diye büyüdüklerini duyarsın.”- Sayfa 41.
“keçiboynuzları, hardal otları, zeytinyağı, şarap…” biçiminde örneklenen listeleme yöntemi “Krr, krr, krr!” gibi yansıma sözcüklerle de kullanınca atmosfer zenginleşmiş ve okurun güveni sağlanmış.
Çok Katmanlılık
Öykü içinde öyküler anlatmakla da çok katmanlılık katmış romana Kazancakis:
“Ben” dedi, “bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin?” Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim… Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin?
Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum.” – Sayfa 226.
Bu örnekler somutlamanın ve anlatı dilinin güzel örnekleri. Söz gelimi yukarıdaki bölümde somutlama o kadar amaca hizmet eden bir somutlama ki sözü edilen durumu bu olaydan bağımsız anlatmak olanaksız.
Her şeyin ötesinde romana entelektüel derinlik katan ve bütün anlatının ilhâmını aldığını düşündüğüm bir nokta daha var. Rodin’e ait Tanrı’nın Eli!
“Ne düşünüyorsunuz diye sordum.
O, nispet yapar gibi mırıldandı:
“İnsanın elinde olsa da kaçıp kurtulsa”
“Nereye gitsin? Her yerde Tanrı’nın eli vardır. Kurtuluşu yok. Üzdü mü bu sizi?
“Hayır. Aşk, belki yeryüzündeki en kuvvetli sevinçtir. Belki! Fakat, bu bronz ele baktığım şu anda kaçmak istiyorum.
“Özgürlüğü seviyor musunuz?”
“Evet”
“Ya, ancak bronz ele boyun eğdiğimiz sürece özgürsek?” ya “Tanrı” sözcüğü, halkın kendisine verdiği alışılmış anlamı taşıyorsa?” – Sayfa 69.
SONUÇ
Rodin’in bu heykelinde Tanrı’ın avcunun içinde birleşen bir kadın ve erkek simgelenmektedir. Eğer kadın ve erkek birbirlerine gitmezlerse elden kaçamayacaklardır. Bu biçimde elin içinde kalmaya mahkumdurlar. Ancak bu mahkumiyete teslim olurlarsa mutlu olacakları ama bu mutluluğun bile bir tutsaklık barındırdığını düşünülebilir. Sanki bütün bir roman ve romanın vurucu sonu bu heykelin içinde saklı gibi geliyor bana.
Eğer bu elden kaçış yoksa; özgür değilsek, verilmesi gereken cevaplar verilemiyorsa niçin roman okuyoruz? Sorusunun cevabını şu biçimde veriyor Kazancakis:
“Bana söyleyebilir misin patron?” dedi ve sesi, sıcak gecenin içinde ciddi ve heyecanlı bir tonda yükseldi. “Bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin?” Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde şu var” (Zorba’nın sesi kızgınlık ve öfke doluydu.) “Neden ölüyoruz?”
Şu biçimde yanıtlıyor Patron:
“Bilmiyorum Zorba.”
“Öyleyse nedir okuduğun o külüstür kağıtlar? Neden okuyorsun? Bunu söylemiyorlarsa, neyi söylüyorlar?”
“Senin bu sorduklarını yanıtlayamayan insanın üzüntüsünü söylüyorlar Zorba” dedim.
İyi okumalar dilerim.