Bilmediğine bir bildiğine bin kere bak sevgili okur. Gel artık ezberlediğini düşündüğün Aşık Veysel ‘i bilmediğinize emin olduğumuz yönleriyle yeniden keşfedelim.
Sunay AKIN’ın anlattığına göre;
Bir gün gitmesek de görmesek de bizim olan Anadolu köylerinden birinde bir karı koca uyumak için yatağa girerler. Ancak gerçekte uykuyu bekleyen yalnızca kocadır. Kadın ise ses yapmamak için önceden aralık bıraktığı pencereden kaçmanın planını yapmaktadır.
Kadın, başka bir adama aşıktır. Kocasının rüya denizinde kulaç attığından emin olduktan sonra yataktan süzülerek çıkmış ve pencereden atlamıştır. Aşığı onu ağaçların altında beklemektedir. Kararlıdırlar mutlaka kaçacaklardır.
Kadın, aşığıyla buluşur ve koşmaya başlarlar, kimsenin kendilerini bulamayacakları kadar uzağa gitmeyi hedeflemektedirler. Saatlerce koşup aranmadıklarından emin olduktan sonra mola vermek için dururlar. Kadın koştuğu süre boyunca ayağına bir şey battığını söyleyerek ayakkabısını çıkarır ve tabanına bakar. Gördüğü şey onu şok edecektir. Ayakkabısının tabanında bir tomar para durmaktadır.
Filhakika terk edilen koca başlangıçtan beri her şeyin farkındadır. Karım bana baktı, yemeğimi pişirdi, yundu, yıkadı, üzerimde emeği vardır. El kapılarında yoksulluk çekmesin, başı yere eğilmesin diye biriktirdiği paranın yarısını karısının kendisinden uzaklaşan ayaklarının içine koymuştur.
Bu hikâyedeki koca, Aşık Veysel’den başkası değildir.
GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ
Kadın cinayetlerinin, çocuk gelinlerin, tecavüzlerin haberlerine alıştığımız bugünlerde sıklıkla anlatılması gereken bu hikâye Aşık Veysel’i derinden yaralamıştır. Karısının aşığı yardımcısıdır. Ahmet Kutsi TECER’le söyleşirlerken hem yardımcısını hem karısını hem eşini, bir gecede her şeyi kaybettiğini ve çok üzüldüğünü anlatmaktadır.
Aşık Veysel, 1894 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesine bağlı Sivralan köyünde dünyaya gelmiştir. [1] Veysel, yedi yaşında o yıllarda Anadolu’da yaygın olan çiçek hastalığına yakalanmıştır. Bu sebeple sol gözünü kaybetmiş sağ gözüne de perde inmiştir. Aslında Türkiye’nin hastalıklarla, savaşlarla, yoksullukla mücadele ettiği yıllarda Veysel şanslı bile sayılmalıdır çünkü aynı hastalık iki kız kardeşinin bu dünyadan göçüp gitmesine neden olmuştur. Aşık Veysel o günlerini şöyle anlatıyor:
“Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım. Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beni(beyi) çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak. Perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan[2].”
Gözleri kör olunca babası Ahmet ŞATIROĞLU avunsun diye saz almıştır. Veysel’in dünyasının değişiminin ilk basamağı bu olaydır. Önce tanıdığı bildiği türküleri söyleyen Aşık Veysel’in hayatı, Cumhuriyet’in 10. Yılı dolayısıyla düzenlenen “Cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal” konulu şiir yarışmasına katılıp Sivas Milli Eğitim Müdürü Ahmet Kutsi TECER’le tanışmasıyla değişmiştir.
CUMHURİYET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Aşık Veysel kör olduğu için cephede yer alamamanın üzüntüsünü taşıyan ciddi bir Cumhuriyet aşığıdır. O yarışmada Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken verdiği zorlu mücadeleyi şu şiirle anlatmıştır:
Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası
Kurtardı vatanı düşmanımızdan
Canını bu yolda eyledi fedâ
Biz dahi geçelim öz canımızdan
Sinesini hedef etti düşmana
Ölmüşken vatanı getirdi cana
Çekti kılıcını çıktı meydana
Gören ibret aldı meydanımızdan
Çekildi sancaklar dayanmaz canlar
Şarktan garba gitti Türk’teki şanlar
O kadar paşalar o zabitanlar
Ayrılmadı asla sağ yanımızdan
Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi
Dağları yıkıyor topların sesi
Kahraman askeri hücüm etmesi
Cihan sele gitti al kanımızdan
Kaçırdık düşmanı bulunmaz izi
Bir hücumda geçti öte denizi
Siyanet ettiler askerimizi
Vatan memnun kaldı zabitanımızdan
Şeyh Sait de yüzün tuttu isyana
Milletini hor baktırdı vatana
Fakir fukarayı boyadı kana
Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan
Çağırdım Şeyh Said sağır mı diye
Başında sarığı değirmi diye
Tarttılar şeyleri ağır mı diye
Haberin doğrulttun urganımızdan
Şeriatı düşündüler şerciler
Bir takım millete fesat verdiler
Her biri bir yerde geberdiler
Onlar kurtulamadı toplarımızdan
Aklı başında olan düşünür bunu
Şeriatçı oldu tüketen onu
Dağda belde fukaraya soygunu
Veren onlar idi vatanımızdan
Menemen meslesi geldi meydana
Orda birkaçları uydu şeytana
Mehdi diye kendi kendin urgana
Taktı kurtulmadı darlarımızdan
Gazi paşa Haziretti bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan
İddiacı Türkiye’nın insanı
Çalışmakla kazandık biz vatanı
Aç kurt gibi parçaladık düşmanı
Şecaat görünce aslanımızdan
Kurtardık vatanı bu belâlardan
Tiren hattı kûşat ettik her yerden
Terakki etti mektebimiz hep birden
Teşekkür kazandık mûşranımızdan
Hükümet de milletini kayırdı
Bir afetti hapisleri koyverdi
Adaletle tebilagatlar duyurdu
Çok şeref kazandık bayramımızdan
Türkiye’yi adalatte yaşattı
Dağları deldirdi demir döşetti
Millete bir altın kmer kuşattı
Hâşâ nankör olman davranımızdan
Aşık Veysel bunu böyle söyledim
Benden de yadigâr bu kalsın dedim
Sözlerim yalan mı dinle efendim
Kürre-i arz doldu hep şanımızdan[3]
ATATÜRK HAKKINDAKİ YORUMU
Veysel’in kendi üslubunu taşımasa da Veysel’in sahip olduğu fikirleri göstermesi açısından önemli bir şiirdir bu. Cumhuriyetçi olmasa da bu onun büyüklüğünden bir şey götürmezdi elbette ama yukarıdaki şiir edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları açısından oldukça önemli.
Atatürk’ün ölümünden sonra söylediği ve biçeminin belirginleşmeye başladığı “Ağlayalım Atatürk’e” adlı eser de aynı duruma örnek verilebilir.
Ağlayalım Atatürk’e
Bütün dünya kan ağladı
Süleyman olmuştu mülke
Geldi ecel can ağladı
Doğu, batı, cenup, şimal
Aman Tanrı bu nasıl hâl
Atatürk’e erdi zevâl
Memur mebusan ağladı
İskenderi Zülkarneyn
Çalışmadı bunculayın
Her millet Atatürk deyin
Cemiyet akvam ağladı
Atatürk’ün eserleri
Söylenecek bundan geri
Bütün dünyanın her yeri
Ah çekti vatan ağladı.
Fabrikalar icad etti
Atalığın ispat etti
Varlığın Türk’e terketti
Döndü çark devran ağladı
Tiren hattı teyyareler
Türkler giydi hep karalar
Semerkant’la Buharalar
İşitti heryan ağladı
Bu ne kuvvet bu ne kudret
Varidi bunda bir hikmet
Bütün Türkler İnönü İsmet
Gözlerinden kan ağladı
Söz sağ olun Türk gençleri
Çalışanlar kalmaz geri
Maraşalım askerleri
Ordular teğmen ağladı
Zannetme ağlayan gülmez
Arslan yatağı boş kalmaz
Yalnız gidenler gelmez
Her gelen insan ağladı
Uzatma Veysel bu sözü
Dayanmaz herkesin özü
Koruyalım yurdumuzu
Dost değil düşman ağladı[4]
KÖY ENSTİTÜSÜ MACERASI
Aşık Veysel, yıllarca köy enstitülerinde -özellikle Hasanoğlan köy enstitüsünde- çalıştı ve İstanbul’a geldikten sonra günleri, Yaşar Kemal’le olan dostluğu Rıfat ILGAZ’dan alıntılanan şu anıyla desteklendi:
Rıfat Ilgaz, oturduğu kahvehaneden Babıâli yokuşunu seyre dalar bir akşamüstü. Hayaller kurduğu esnada, kol kola girmiş iki kişinin ağır aksak hareketlerle, tramvaya yetişmekte olduğunu fark eder. Birbirlerine tutunarak yürümeye çalışanlar. Âşık Veysel ve Yaşar Kemal’dir. Ilgaz neden sonra tanır… Bir tebessümle bakar gidenlerin ardından. “Yarabbim” der. “İki adam bir gözü anca vermişsin…[5]
Yaşar Kemal ise Aşık Veysel hakkında -bazı yerlerine katılmadığım- şu incelemeyi kaleme almıştır:
BALDAKİ TUZ
Şöyle bir bakarsak Veysel’in yaşamına, şiirlerine ilk bakışta onda bir kabul eden kişiyi görürüz. İlk bakışta Veysel razı, başkaldırmayan kişi gibi görünür. Bu belki biraz da Anadolu halkının görüntüsüdür. Anadolu halkı da uzaktan böyle görünür, razı ve başkaldırmayan… Zaten köylülük razı ve başkaldırmayandır, köylü asıllı kimselerde de vardır bu görünüş. Bir Tolstoy’da bir Tagor’da, daha ne kadar köylü asıllı kişiyi aklınıza getirirseniz getirin göreceksiniz ki, köylü asıllılar, başlarından büyük maceralar geçmemişse başkaldırmıyorlar. Karacaoğlan’dan Dadaloğlu’na kadar şiirimiz başkaldırmamıştır.
Başkaldırmamış ve değişmemiştir. Dadaloğlu’na gelince şiir bıçakla kesilmiş gibi ses olarak, hava, duygu olarak bambaşka olmuştur. Çünkü Dadaloğlu çağında toplum başkaldırmış şair de başkaldırmış ve sesi babayiğit bir ses olmuştur. Bu çağda da halkın içinden yetişen şairlerin çoğu büyüklü küçüklü türlü etkenlerle başkaldırıyorlar. Yüzlerce halkın içinden çıkan, köylü kökenli şair başkaldıran şiirler yazıyorlar. Veysel’in yetişme çağı Cumhuriyetin ilk dönemleriydi ve köylü yenilmiş, kaderine razı bir durgunluk içindeydi. Büyük savaşlardan sonra Anadolu nekahat günlerini yaşıyordu.
Veysel tekke kökenli bir şairdir. Onun mayasında köylülük kadar tekkecilik de var. Köylülükten ve tekkeden gelen gelenekleri birleştirmiş, şiirlerini öyle yapmıştır. Veysel’in büyük ustaları Pir Sultan Abdal, Yunus, Kul Himmet’tir… Bular kadar da Karacaoğlan’dır. Veysel’in şiirini besleyen büyük kaynaklar da çok yönlüdür. Veysel 1933’lerde Sivas’ta Ahmet Kutsi Tecer’le ondan sonra da Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli’yle karşılaşmıştır. Veysel için her ses, her söz nereden gelirse gelsin önemliydi. O her sese her söze candan kulak verir, kendini oluştururdu. Veysel’i tanıyanlar bilirler, sonsuz bir şiir bilgisi vardı, kendinden önce gelen ustaları derinlemesine bilirdi.
YUNUS, PİR SULTAN, KARACAOĞLAN
Bir Yunus’u, bir Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı o kadar bilen insan belki çağımızda yoktu. Birçok ünlü Karacaoğlan şiirini ilk olarak Veysel’den duyduk. Örneğin “Yâr yüzüne yüzyıl baksam az gelir/Bin yıl dahi baksam kanan değilim” Veysel söylemeden önce bu güzel Karacaoğlan şiirini kimse bilmiyordu. Daha nicelerini de bilmiyorduk. Ondan Pir Sultan’ı öğrendik. Ondan büyük ustaların gerçekten ses ve söz olarak büyük yanlarını, köylüyü, halkı öğrendik. Veysel’in büyüklüğü inanılmaz kadar büyük zenginliğinde, bilgisindeydi. Veysel, dört köşeye kulak vererek, hiçbir şeyi kaçırmadan öğrenerek, en küçük ayrıcalığı bile geçmişi, geleceği öğrenerek kendisini oluşturdu.
Şimdi Veysel’in başkaldırmasına gelelim. İnsanoğludur, başkaldıran bir yaratıktır. Çağı, durumu, sosyal tabakası ne olursa olsun, insan başkaldırır. Özelliği budur. Tolstoy’un Tagor’un başkaldırmaları da az başkaldırma mı? Hani, pasif başkaldırmaları, barışçı başkaldırmaları köylülüktendir. Köylülük en az dalgalanmalara uğraşmış bir tabakadır. Veysel, şiirini yenilemiş, geleneği kırmıştır.
O Karacaoğlan değildir, Pir Sultan da değildir. Onun şiiri yüzeyden geleneğe bağlıdır ama, içerik olarak, biçim olarak geleneği kırmıştır. Veysel ne kadar razı bir kişi gibi görünürse de onun şiirinde zaman zaman, belki de çoğunlukla bir başkaldırma görebiliriz. Doğaya, insana, tutuculuğa, Allah’a karşı… Veysel görmüş geçirmişliğin, uzun bir gelenek yaşamışlığın hoşgörüsünde, öfkesinin derinindeydi.
HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ
Veysel en yeni şiirlerini Hasanoğlan’da yazdı, hem de en güzel şiirlerini, Veysel yeni bir Veysel olduysa Hasanoğlan Köy Enstitüsünde oldu. Orada saz öğretmeni olarak yeni oluşan aşklı şevkli bir köylü dünyasına katıldı. İlk yıllarda Hasanoğlan, yapmanın yaratmanın bir sevinç şakımasıydı. Veysel de bu şakımayı iliklerine kadar yaşadı. Ben Veysel’i o yıllarda tanıdım. Sevinçli bir şakımaydı. Karacaoğlan da böyle şakır mıydı? Diye sordum Veysel’e. Önce anlamaz gibi yaptı, sonra birden güldü, uzun uzun güldü, sonra, Karacaoğlan böyle şakıyamazdı fıkara, dedi. Onun Hasanoğlan’ı yoktu, dedi. Veysel’i gelenek getirdi. Geleneğin sağlam kökünde Veysel filizlendi, çağa karıştı, çağı, dünyayı yorunluğuyla yaşadı. Biz Veysel’e Veysel’in bize önem verdiği kadar vermedik.
Veysel bir süre Ankara’da bana durmadan Orhan Veli okuttu ve anlattırdı. Önceleri çok önemsemiyordu, bu adamda ne var diye de şaşırıyordu, bu kadar önem veriyorlar ki… Sonra sonra az da olsa, Orhan’ın tadına vardığnı anladım… Sevdiği, Orhan’dan seçtiği, üst üste okuttuğu şiirleri oldu. Şiirinin yeniliği, bir yerde gelenekten kopuşu, büyük şiirimize yeni bir halka oluşu çağın getirdiği yeniliklere Veysel’in uzaktan da olsa kulak verişidir. Veysel makineye hayrandı. Bir çiçeği, bir ağacı sever gibi bir makineyi severdi. Biliyorum, o ağaçları durmadan okşardı, yoklardı. Bir seferinde bir otomobili de merakla tepeden tırnağa yokladığını gördüm. Ne kadar yokladı bilmiyorum, elini gülerek mutluluk içinde otomobilden çektiğini şimdiki gibi anımsıyorum.
Veysel bugünün şairi olsaydı, bugünü dünü yaşadığı gibi yaşasaydı onun şiiri de bugün halkın içinden çıkan şairlerin şiiri gibi olurdu. Veysel’i iyi okuyanlar onun inceden de olsa, köylü yanını kırarak bir başkaldırma şairi olduğunu görecekler. Ve “Dağlar çiçek açar Veysel dert açar”ın tadına varacaklar. “Kuş olsan da kurtulmazdın elimden /Eğer görsem idi göz ile seni”
KÖKÜYLE BİRLİKTE BİR ADAM
Köküyle birlikte adam, razı adam, kabul etmiş adam, doğaya, insana, çalışmaya, yaratmaya hayran adam… elbette bir yandan da başkaldırırdı. Kendi kökenine aykırı da olsa… Çünkü Veysel köküyleydi ve kökü direnen, her şeye karşı yaşamakta inat eden, bütün kötülüklerin, olumsuzlukların üstesinden gelmiş, yaşamını sürdürüp çağımızı yaratmış insanlıktı. Veysel’in başkaldırması alttan alta bir gülmedir belki de. İlle de Veysel’de bir bakaldırma bulmak istiyor, buna çabalıyor demeyin. Gerçekten bu kabul eden kişi, bu sonsuz hoşgörüdeki kişi gülerek, eğlenerek, öfkelenerek de başkaldırıyordu.
“Kimi yaya kimi atlı
Kimi uçar çift kanatlı,
Dünya şirin baldan tatlı,
Eyvah balı tuza katmış.”
Büyük ustası yunus gibi Veysel’in de gülen selâmı her dem üstümüzde olacak. Gülen, sevinen, dünyaya hayran, balı tuza katmışsak da…[6]
Şimdi gelin onun bir eserini teknik detaylarıyla beraber incelemeye çalışalım.
Yeni Mektup Aldım Gül Yüzlü Yardan
Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan
Bekletme yolları gel deyi yazmış
Sivr’alan köyünden bizim diyardan,
Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış.
Beserek’te lale sümbül yürüdü,
Güldede’yi çayır çimen bürüdü.
Karataş’ta kar kalmadı eridi,
Akar gözüm yaşı sel deyi yazmış.
Eğlenme gurbette yayla zamanı,
Mevla’yı seversen ağlatma beni,
Benek benek mektuptadır nişanı,
Gözyaşım mektupla pul deyi yazmış.
Kokuyor burnuma Sivr’alan köyü,
Serindir dağları soğuktur suyu.
Yar mektup göndermiş yadigâr deyi,
Gözünün yasını sil deyi yazmış.
Veysel bu gurbetlik kâr etti cana,
Karıştır göçünü ulu kervana.
Gün geçirip fırsat verme zamana,
Sakın uzamasın yol deyi yazmış.
Yukarıdaki şiirden sevgilinin şairi çağırdığını anlıyoruz. Hatta bu çağrıyı daha etkileyici hale getirmek için doğal güzellikleri de işin içine kattığını görüyoruz.
İNCELEME
İlk kıtada “Menevşe” ve “deyi” sözcüklerinin yazılışı normalde menekşe ve deyi’dir. Ancak romancılar olsun, ozanlar, öykücüler ya da oyun yazarları olsun sözcüklerin kendilerine sunduğu olanakları en iyi biçimde değerlendirerek, anlatıma güzel duyusal bir tat katarak yazınsal yaratıya ulaşabilirler[7] bu sebeple kimi zaman sözcükleri anlatacaklarının üzerine geçirilmiş bir deli gömleği gibi düşünüp sağından solundan yırtmaya gayret ederler. Söz gelimi İlhan Berk’in yalnızca “u” harfinden oluşan bir şiirinin olması tesadüf değildir.
Gül yüzlü yâr sıfat tamlamasına da dikkat etmek gerekir. Detaylı sıfatlar konusunda Ahmet Hamdi Tanpınar’dan da ileri olan Aşık Veysel, seslerin ahengine o kadar önem veriyor ki sevgili demiyor örneğin ya da yar demiyor yâr diyor.
Sivr’alan ile doğduğu köyü kast eden şair acaba neden gerçekte olduğu gibi Sivralan değil de Sivr’alan şeklini tercih ediyor. Sizce bu hece ölçüsüne uydurmak için yapılmış bir müdahale yani hata mı yoksa şair bunu bilerek mi yapıyor?
İkinci Dörtlük
İkinci dörtlükte, yöresel yer adları belki köylerin isimleri yer alıyor. Burada şair okura anlattığı coğrafyayı ve anlattığı insanı iyi bildiğini gösterip şiirini daha da inandırıcı hale getirmekle kalmıyor “Lâle sümbül yürüdü”, “çayır çimen bürüdü” derken anlattıklarını somutlama yoluna giderek okurun beş duyusunu devindiriyor ve eriyen karla, göz yaşının sel gibi akması arasında bir bağlantı kuruyor.
Üçüncü Dörtlük
Üçüncü dörtlükte, “Eğlenme gurbette yayla zamanı” dizesindeki eğlenmek sözcüğünü oyalanmak anlamında kullanıyor ancak elbette oyalanma sözcüğünü değil de eğlenme sözcüğünü kullanmasının belirli sebepleri var.
İlk üç dörtlükte sevgilinin söylediklerinden bahseden şairin dördüncü ve beşinci dizelerde kendi düşüncelerine yer verdiğini ve onun da en az sevgilisi kadar özlem çektiğini, hasretinden kıvrandığını anlıyoruz. Mektupta pul yerine benek benek gözyaşı yer aldığını belirtmek inanılmaz bir keşif ortaya çıkarıyor ve şairin Türkçenin inceliklerini, zenginliklerini, yaratım imkanlarını sonuna kadar kullandığını gösteriyor.
Elbette şairin “Bu gurbetlik kâr etti cana” cümlesinde “kâr” sözcüğünü kullanmasının aynı anda birkaç şeyi kast etmesiyle alakalı olduğunu sürekli uyumlu sesler ve her dörtlüğün sonundaki “…deyi yazmış” örneğindeki gibi rediflerle “kâr” ve “yâr” sözcüğündeki benzerliklerle hem atmosfer kurmada muazzam bir başarı gösterdiği hem de şiir sanatını çok iyi bildiğini söylemek mümkün.
Özetle, Aşık Veysel’in şiiri yeni keşifler ve değişiklikler barındırır. Bu mektubun şaire yazılmamış olması ihtimali de vardır. Sanatçı gerçek dünyayı tasarlayıp yeniden yaratan ve onu kurgulayan insandır. Aşık Veysel’in bu kadar çarpıcı bir dile sahip olması onun neden Türkçe Ders Kitaplarından asla çıkarılmaması gerektiğini de anlatır niteliktedir.
KÜLTÜR EVRENİMİZ
Kültür evrenimiz Aşık Veysel’in hikayesine benzer sayısız hikâye ve acı dolu sgene ayısını bilemediğimiz gurbet konulu şiir ve türküyle doludur.
Fahri Kayhan ile Suna’nın acıklı öyküsünü anlatan Sunam türküsü, gene sonu ölümle biten bir Karadeniz ağıdı Gelevera türküsü ve “Yarim İstanbul’u Mesken mi tuttun?” adlı Kayseri’li genç bir kadının, iş bulmak için gurbete gidip de yıllarca hiç haber alamadığı kocasına karşı dayanılmaz bir haykırışını anlatan türkülerimiz vardır. Aşağıda bu türkünün dizeleri yer almaktadır.
“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Seninle gidenler sılaya döndü.
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarimin giydiği ketenden gömlek
Yoğumu dünyada öksüze gülmek
Gurbet ellernde kimsesiz ölmek
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
İğde çiçek açmış dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim ağrım yufka sitem götürmez
Gayrı dayanacak özüm kalmadı.
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.
Sanatla kal sevgili okur.
KAYNAKLAR
[1] Prof. Dr. Umay Günay: Âşık Veysel ve Âşık Tarzı Şiir Geleneği, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Ankara 1993 s.21-42.
[2] Aşık Veysel: Deyişler, Ankara 1944 s. 86.
[3] Aşık Veysel: Dostlar Beni Hatırlasın, s.168
[4] Aşık Veysel: Dostlar Beni Hatırlasın. s. 173-174
[5] Yaşar Kemal’in Gözleriyiz, Erk ACARER, Birgün Gazetesi 29.02.2016.
[6] Yaşar Kemal: Milliyet Sanat Dergisi, 30 Mart 1973, Sayı 26
[7] Emin Özdemir: Yazınsal Türler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2002