Kimi kitapları okuduktan sonra insan kendini yorulmuş hissediyor. İyi sanat eseri öyle bir sorumluluk veriyor ki insanın yüreğine ve belleğine altından kalkması kitap üzerine birkaç şey söylemesi zor oluyor. Bu yüzden yazısını yazmaktan vazgeçtiğim kişiliğime eklediğim, karakterimde erittiğim, diğer yazılarımda etkilerini gösteren birçok kitap var. Adnan Binyazar imzalı Ölümün Gölgesi Yok adlı eser de bunlardan biriydi. Şimdi Edebiyat ve Toplum’u okuyorum gene aynı şeyleri hissediyorum ama artık içimden taşanları anlatmaya çalışacağım.
“En karanlık bulutların bile bir yerlerinden güneş sızar.”
Sayfa 283
Edebiyat ve Toplum, akademik bir kitapmış gibi duran bir ada sahipse de, kendinizi kuru bir içeriğe hazırlasanız da sonradan Adnan Binyazar’ın yüreğinden gelen sözcüklerle yazdığı, estetik duyarlığı yüksek, sanatlı denemelerle karşılaşıyorsunuz. Sanatçının bir büyücü olduğunu, sezemeyeni sezdiğini ve düşünceleri için ölebilecek özel bir insan olduğunu anlatan Binyazar, yaratım sürecinin her şeyi itten bir şey olduğunu eğer insan böyle bir süreç içinde değilse anca sanatçı olma heveslisi olduğunu belirtiyor. Satre’ın dediği gibi “Söyleyecek bir şeyiniz var mı? Başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı?” sorusuna cevap verebilen insanın sanatçı olduğunu aktarıyor.
Eğer bir ülkede yüreğe ve belleğe sorumluluk veren eserler üretilmezse, gerçek sanatçıların sanat yapma heveslilerinden ayrıldığı bir beğeni algısı oluşmazsa neler olabileceğini ise şu biçimde anlatıyor:
“Faruk Nafiz Çamlıbel’in Tarihe karıştı eski sevdalar dizesi, günümüzü çok iyi anlatır oldu. Hele şu bizim çok yaygın sözümüz ise anlamından çok şeyler yitirdi. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur. Sözü, ters anlamıyla işliyor daha çok. İki gönül bir oluyor, milyonlarca gönül bir oluyor ama hiç de samanlık seyran olmuyor. İş yoğunluğu, geçim savaşı, sevgileri unutturuyor insanlara. Bunun kökenindeki ana neden irdelenmelidir.
PİYASA ROMANLARI
Yaygın piyasa romanları, fotoroman türünden resimli yayınlar, gece kulüplerinin tüketici yaşamı, çıplaklığı bir kazanç olarak sunan filmler, toplumda özlem duygusu yaratan sevgi biçimiyle dolduruyorlar insanın kafasını. Bu kazanç ve beğenisizlik ortamı, iş yoğunluğu içindeki kişiyi sürekli bir biçimde topluma yabancı kılıyor. Sevgisini gerçek anlamda yaşamayan insan, bu saatlik değeri olan yayınların etkisi altında duygusal çöküntüye uğramaktadır.” – Sayfa 79-80
Sadece bu da değil “Bu karmaşa, değer anarşisi dediğimiz sonucu doğurur.” diyor Adnan Binyazar ve ekliyor: “Onları dinlemek, bir aşamayı gerektirmez, zor bir durumla karşılaştırmaz kişiyi. Her şey, yozlaşmış olarak ortaya çıkar toplumun karşısına. Toplum da sanatçının, politikacının, düşünürün yozlaşmışına alışır. Hep onu arar. Müziğin, resmin, kitabın kötüsünü seçer. Seks modası hemen yaygınlaşıverir, fotoroman, yükseköğrenim görmüşlerin bile baş tacı olur. Bu da toplumun kolaya alışmasıyla açıklanabilir. Bu yayınlar, kişide zoru yenme gücü bırakmaz. Uyuşturur onları, bulundukları toplumun dışına atar.”
Peki bunlardan haberdar olan duyarlığı yüksek insan, diyelim ki biraz okumuş ve haklı olarak kimi zaman diğerlerine tepeden bakan insan, bu zevk düşüklüğü ve vasatlık karşısında büyük yalnızlığını ne yapmalıdır?
YANIT VERELİM
Cevap verelim: çözümün eğitimde yattığını bilmeli, dil duyarlığının toplumsal bir sorumluluk olduğunu kavramalıdır. Çevresine ışık tutmalıdır. Adnan Binyazar’ın da dediği gibi ulusal edebiyatı öne çıkarmalı ve Calvino’nun da Klasikler Niçin Okunmalı? kitabında değindiği üzere eğitim programlarına en azından sanatsal açıdan rehber olarak yol gösterecek nitelikli eserlerin eklenmesini sağlamalıdır. Eğitim her şeyin başıdır. Üzücü gerçekse ülkemizin bu alanda kat etmesi gereken çok yol olduğudur.
“Bizim ülkemiz yönünden, bunun büyük bir değer taşıdığı ise tartışmasız bir gerçektir. Deneysiz, incelemesiz, fizik kimya, biyoloji… öğrenimi yapılır mı diyeceksiniz. Kimi Anadolu okullarında, bu derslerin çoğunun öğretmensiz olduğunu belirtmek daha şaşırtıcı olsa gerek. (…) Devlet okulları sorunlu bir demokraside, bu okullar herkese açık olduğu zaman, sadece ilk aşamasına varmış demektir. Okutulan şey ve bunun okutuluş yolu bilimsel davranış temeline dayanmadıkça, okulların sözde eğitim işi, demokrasi bakımından rastgele ve tehlikeli bir iş olur.”- Sayfa 167- 168.
Bu noktada okulların mimarisi bile önem taşımaktadır Adnan Binyazar’a göre.
“Bozkurt Güvenç, Ankara’da Japon Kültür Merkezi’ne götürmüştü beni. O güzel yapıdan içeriye girer girmez ruh dinginliği içinde bulmuştum kendimi. Güvenç, o sırada kapıdan içeriye girmekte olan gürültülü patırtılı gençleri göstererek, “Bak içeride, dışarıdaki gibi davranamayacaklar,” dedi ve ekledi: “Mimarinin gücü burada işte. Mekân uygarlıktır; iyi mekân önce insanın davranışlarını değiştirir.” – Sayfa 263.
KÖY ENSTİTÜLERİ
Zamanında Fen Edebiyat fakültelerini mezunları iş bulamıyor diye kapatmaya kalkan bu ülke, bunu hangi araçlarla sağlayacaktır?
Cevap açık. Prof. Dr. Sedat Sever’in belirlemesiyle. Daha önce çatal tutmayı bile bilmeyen öğrenciden sanatçı yetiştirmiş Köy Enstitülerinin yaptığı gibi klasikleri ve doğru seçilmiş edebiyat ürünlerini öğretim programlarına ekleyerek. Çünkü edebiyat etkileyicidir ve amacı eğitmek olmadığı halde en iyi eğitimi sağlayan, duyguları sağaltan, duyarlığı artıran tek şey odur. Adnan Binyazar’ın eserinde alıntıladığı üzere Gorki’nin Zweig hakkında şu söyledikleri edebiyatın gücünü anlamak için yeterlidir:
“Benim elime, homoseksüellerin itiraflarını dinleyecek fırsatlar geçmişti. Düşün bir kere, içlerinden biri de profesördü. Ama itirafları en ufak bir şekilde etkilemedi beni. Bana göre bunlar sadece pişmanlıklarını anlatmaya çabalıyorlardı ki, tövbekâr olsalar bile benim için lüzumsuz bir şeydi bu. Oysa senin hikayendeki adamın beni etkilemesi, senin onu, beni dertlerimi dinlediğim gerçek kişilerden çok daha canlı, çok daha büyük ve önemli yapmandan ileri geliyor.” – Sayfa 156.
Edebiyat bunu sağlar Adnan Binyazar belirlemesiyle: “Yazar bu gücüyle ayrılır tüm anlatma isteği duyanlardan. Önemli olan anlatma gereksinimi değil (o doğal olarak herkeste vardır), anlatımı yorumlama, ona biçim vermedir.”
EMİN ÖZDEMİR’LE DOSTLUĞU
Bu noktada devreye sanatçının, yontu ustasının ve ressamın sorumluluğu girer. Emin Özdemir’in belirlemesiyle: “İnsanımızı bilinçsizleştirme, beğenisizleştirme, kendi öz değerlerine yabancılaştırma doğrultusunda ürkütücü korkunç bir yarış içinde” olunsa da çağın gereklerini bilen anasının ak sütü gibi bir Türkçeyle yazan, çalışan, konuşan duyarlı sanatçılar yetişmelidir. Kendi öz kaynağımızdan beslenen ve kurduğumuz ulusal edebiyatın mirasçıları olup onu yücelten ürünler ortaya koyan duyarlı insanlar ortaya çıkmalıdır.
Yevtuşenko “Ben Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski ve Soljenitsin gibi yazarların kurdukları Rus edebiyatının geleneklerinin alçakgönüllü bir mirasçısıyım. Bu gelenekler, kimi durumlarda, susmanın büyük bir ayıp olduğunu öğrettiler bana” diyor. İnsan yetiştirmede gelenek her şeydir. Biz de ulusal edebiyatımızın kurucularını hatırlayıp bedeller ödemeyi göze almış bir gelenekten gelen insanlar olarak inandığımız şeyler uğruna çabalamalı, haksızlıklara sesimizi çıkarmalı ve duyarlı ürünler ortaya koymalıyız. Bu bakımdan özellikle bizim gibi ülkelerde yapılması gereken Adnan Binyazar belirlemesiyle şudur:
“Özellikle azgelişmiş ülkelerde, öğretim yapan kişilerin en az iki kat çalışmaları zorunludur. Azgelişmiş ülkede yaşayan insanın ulaşmak istediği nokta, çağdaş uygarlık düzeyidir. Atatürk, bunu yeterli görmemiş, toplumuna, çağdaş uygarlık düzeyinin de ilerisini göstermiştir. Çünkü Türk ulusunun kişiliğinde ve dayanma gücüne Atatürk’te sonsuz inanç vardır. Kurtuluş Savaşımız, büyük acıların sonucudur, Türk ulusu her güçlüğe göğüs germekte, başka uluslardan daha başarılı bir sınav vermiştir. – Sayfa 52
Eğer yapabileceksek bu sayede ortak duyarlıklara sahip bir halk gibi hissedecek ve çağdaş uygarlıklar düzeyinin de üstüne çıkabileceğiz.