Merhaba sevgili okur, bir sohbet ortamında Sezai Karakoç ve Mona Rosa üzerine bir konuşmaya tanık oldum. Hayatını gerçekten eğitime adamış bir büyüğüm bana haftanın aydınlanmasını yaşattı. Anlatacaklarımı yeni öğrenmiş olmanın utancı yanında bu tip bir aydınlanmayı yaşamanın sevincini de taşımaktayım.
Üstat sıfatına nail olmuş demeyeceğim, üstat kelimesine şeref katmış bir isimdir Sezai Karakoç. Onun üzerine yazılanları, çizilenleri bir kenara bırakalım. Bizzat kendisiyle tanışmış, sohbet etmiş, yukarıda sözünü ettiğim büyüğüm onu “Korkunç Yalnız” olarak nitelendirmişti. Şimdilerde moda olan benim de önceden sahiplendiğim yalnızlıkkavramının korkunçsıfatıyla nitelenmesi öncelikle şaşırttı beni. Ancak bu yalnızlık, şahsiyetin insanlık ve edebiyat nezdinde mertebesini yüceltmekteyse kutsanabilir bence.
Ahmet Hakan, 2006 tarihli köşe yazısında şöyle bir elektronik iletiden bahseder:
“Selam Ahmet Bey… Ben New York’ta doktorluk yapıyorum. Muazzez Akkaya’nın kızıyım. Yazınız ailecek çok hoşumuza gitti. Annemin adını yazınızda geçirdiğiniz için çok teşekkürler. Ayşe.”
ve ardından gelen diğer iletiyi paylaşır:
“Annem Mülkiye’de okumuş. Öğrenciliğinde çok güzel bir kadınmış. Grace Kelly tipinde. Pingpong şampiyonu olmuş okulda. Bugün anneme Sezai Karakoç’un aşkını ve şiirini sordum. Annemin bu aşktan ve şiirden haberi olmamış. Ama şunu anımsıyor: Paltosunun cebinde şairi meçhul aşk şiirleri bulurmuş! Babamla evlenirken babama bu şiirlerden söz etmiş, babam da şiir yazmaya kalkışmış annem için ama tabii ki çocukça şiirler olmuş bunlar. Annem Hazine avukatlığından emekli oldu. Maliye Bakanlığı’nda çalışırken babamla tanışıp aşk evliliği yapmışlar. 48 sene harika bir evlilikleri oldu. Maalesef geçen hafta babamı kaybettik.”
(http://www.hurriyet.com.tr/muazzez-akkaya-yi-buldum-5420684)
Bilmeyenler için şu biçimde özetlenebilir olay. Mülkiyede öğrenci olan Sezai, Muazzez’e aşıktır. Ona olan tutkusunu Türk Edebiyatının nadide eserlerinden “Mona Rosa”yla anlatır. Bu şüphesiz kaleme, kâğıda yazının icadından beri verilen en kutlu şereftir. Bu eser ve olay hakkında asla konuşmaz Sezai Karakoç. Ancak yıllar sonra Süleyman Dinçer isimli bir gazeteci, Sezai Karakoç’a bir ziyarette bulunur ve herkesin sormaya çekindiği o malum soruyu sorar.
Aldığı cevabı şu biçimde özetler gazeteci:
Mülkiyede öğrenciyken divan edebiyatından bir uzaklaşma söz konusudur. Bunun arkasını heceden de ayrılma izler. Hatta bu moda olur ve hece ile şiir yazanlar küçümsenir. Divan edebiyatı ile hesaplaşma, alaya kadar gider ve gülden bülbülden başka bir şey yok denilmeye dahi başlanır. Bunun üzerine okuldan bir arkadaşının ismiyle Mona Rosa’yı yazar şair. Ardından bir kır gezisinde arkadaşlarına okur ve çok beğenilir. Şiir hasbel kader Hisar dergisinde 1952 Haziran’da yayımlanır bir arkadaşı aracığı ile. Şiirin akrostiş olduğunun anlaşılması ise tam 30 yıl sürmüştür. Şiirin şair tarafından mülkiyede okunduğu ve kızın intihar ettiği ise tamamen uydurmadır.
Bunlar Sezai Karakoç’un gazeteciye anlattıklarından öğrendiklerimiz. Bu öykünün gerçekliğini sorgulamak benim haddim değil. Ancak aktaran gazeteci Muazzez’in bu aşkı isteyerek yok saydığını iddia etmiş. Gerçek ise: Muazzez Akkaya’nın Türk Edebiyatının en muazzam şiirlerinden birisine konu olmasına rağmen bu duruma şu biçimde kayıtsız kalması:
Kendisini bu sözlerle anlatması ve yanındakilerle böylesine konuşması beni üzmüştür. Bu sözlere mazhar olmak her insana da nasip olmaz elbette. Ona diyeceğimiz yok.
Geçti dünya üzerinden böyle aşklar, böyle adamlar. İnsan yordu sevmeyi, saflığı, temizliği. Onlar da birer birer terk etti sanki bizi. Sen oku, sev, gökyüzüne bak, bir kediyi okşa mesela. Korkma iyi olmaktan. Çünkü onlar böyle üstat oldular.
“Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı
Alev alev sardı her tarafımı.
Artık inan bana muhacir kızı.”
Selam olsun Muhacir Kızını bekleyip acı acı sigarasını içenlere…