Bir kitabın en önemli unsurlarından biri (her şeyde olduğu gibi) adıdır. Gürsel Korat a ait bu romanın da öyle bir adı var ki rüyalara ilgisi olamayanların ilişkisi kitapçının raflarına göz attığı sırada sadece göz göze gelmesiyle sınırlı kalabilir;
Sonra… Sonrası yoktur. Her şey orada başlamadan biter.
Edebiyata ilgisi olmayanların pek anlayacağı cinsten bir ad da değildir bu; Görenler bu kitabı rüya tabirleri bile zannedebilir, peki ya ilgisi olanlar…
Belki geleceği gören bir Stefanos ya da geçmişi bilen (çapkın) bir Andronikos değilim ama benim de rüyalar ve gerçek hayat arasında ince bir bağım var. İşte bu yüzden Rüya Körü’nü duyduğum anda kendimi bir rüyanın içinde buldum.
Rüya’ya Toros dağlarında başladık. Selçuklu ve Bizans’ın loş koridorlarına doğru yol alırken kurgu bir girdap gibi sizi içine çekmekten hiç bıkmıyor. Önce pembemsi bir renk canlanıyor gözünüzde sonra yumuşak geçişlerle loş tonlar birbirini takip ediyor.
Stefanos’un geleceği rüyalarında görmesi Andronikos ve Manuil’de olduğu gibi bende de heyecan uyandırdı. Acaba bu sefer ne görecek diye meraktan hızlı hızlı geçiyor insan sayfaları Stefanos’u bir an önce uykuya yatırmak için. Sonra Stefanos’la birlikte rüyaları yorumlamaya çalışıyoruz. Manuil, Stefanos’u rüyalarını anlatması için sıkıştırırken “Sakın anlatma!” diye fısıldamadan edemiyor insan. Çünkü daha ilk dakikada anlıyoruz ki kimse menfaatsiz yanaşmıyor Stefanos’a.
ENTRİKALAR
Eğer bir loşluktan ya da Bizans’tan bahsediyorsak olmazsa olmaz, entrikalardır: Aşk entrikaları… Çok yoğun olmasa da Rüya Körü’nde bu tür durumlarla karşılaşmamız mümkün. Nefsine hakim olmak istemeyen Andronikos ve kendini Andronikos’un kollarına bırakmaktan alıkoyamayan Stefanos’un kadınları insanın canını sıkmıyor değil. Andronikos’un üzerini karalamamak için zor tutuyor insan kendini.
Sırf geleceği gördüğü için başına gelmedik kalmayan, hayatı ve rüyaları ona getiren uykuya zaman zaman başkaldıran ancak bir taraftan da kendi acizliğini kabullenmiş bir adam görüntüsü çizen Stefanos’un: “Kader yaşayacaklarımız değil; yaşadıklarımızdır!” sözü de çizdiği aciz görüntüyü çürütmekte oldukça başarılı.
Gürsel Korat asimetrik bir kurguyla okurların karşısına çıkmış. Ancak değinmek istediğim bir husus var: Kendinizi tam kitaba kaptırdım derken zihninizi bir isim karmaşasının içinde bulabilirsiniz. “Acaba bu kimdi?” ya da “Burası neresiydi?” gibi sorularla sıkça geri dönüşler yapabilir veya kitabın son kısmındaki Yer Adları sözlüğüne bakmak zorunda kalabilirsiniz. Esasında bunu bir kusur olarak değil yazarın küçük bir isim ve kavram karmaşası yaratarak romanda bahsi geçen dönemin kargaşasına atıfta bulunma olarak düşünebiliriz. Bu durumu yazarın tarzına bağlamak yerindedir. Dünya çapındaki bazı yazarların eserlerinde de böyle durumlarla karşılaşmak mümkündür. Örneğin Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı’nı okumak için azımsanamayacak sayıda okurun soyağacı çıkardığını hep duyarız. Nobel Edebiyat ödüllü tek yazarımız olan Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık Var romanının son kısmında yazarın biz okurlar için hazırladığı soyağacı haritasını da unutmamak gerekir. Verdiğimiz bu örnekler de söz konusu durumu kusur kavramından epeyce uzaklaştırmaktadır.
SON YORUM
Aşk, güç savaşı, tuzaklar, planlar, akıl oyunları… Rüya Körü’nde bunların hepsini bulmak mümkün ancak kitapta bunlardan daha öte, daha önemli başka bir şey var. Kurgunun da önünde olan bir şey: Mizansen… Yazar, Öyle bir mizansen yaratmış ki satırların arasına Anadolu’nun taşının toprağının kokusu öylesine sinmiş ki sırtınızda çantanız, boynunuzda mataranız, başınızda şapkanız; ayak sesleriniz antik tiyatronun duvar taşlarına çarpıp size geri geliyor. Birkaç adımdan sonra bir yemek masasında balık, kırmızı şarap ve birkaç dilim ekmekle kendinize el sallarken yakalıyorsunuz bilincinizi.
Sona doğru yaklaşırken tıpkı rüyalarda olduğu gibi anlam veremediğimiz bir şekle bürünüyor roman. Sayfalar alacak gelişmelerin sadece bir paragrafa sığdırıldığını hayretle görüyoruz. Küçük bir kız çocuğunun sesini duyuyoruz. “Bu kimdi?” demeye kalmadan Gürsel KORAT ın “Günaydın!” dediğini duyuyoruz. Narkozla bayıltılan hastayı ayıltan bir doktorun edası var bu günaydında.
Türk Edebiyatı’nın ikinci bir Oğuz Atay vakası yaşamaması ve yarı saklı olan bu mücevherimizin bir an önce açığa çıkarılması tek temennim.
Sana da günaydın üstad!